ŞİDDETİN ŞİİRİNİ ARIYORUM
Türk Sineması’nın en deneyimli
yönetmenlerinden Erden Kıral, sanatsal arayışlarına ve üretimine
devam ediyor. Yeni filmi “Yük” için Zonguldak’ta maden
ocaklarına inen Kıral, madenleri psikolojik labirentler olarak
metaforlaştırıp üçlü bir ilişki üzerinden anlatıyor
hikayesini. “En iyi filmim” diyor Kıral “Yük” için. Erden
Kıral’la söze “Yük” filminden başlayarak sinemasını
oluşturan öğeler üzerine konuştuk.
KULAĞIMIN ÜSTÜNE RAHAT
YATIYORUM
Nedir sizin gibi deneyimli bir
yönetmene "en iyi filmim" sözlerini kullandıran?
Kulağımın üstüne rahat
yatıyorum. Mutluyum böyle bir film yaptığım için. İki resimde
üçüncü bir anlam çıkarmak istedim. Minimalist bir film yapmak
istiyordum. Ve bunun da altından kalktığımı sanıyorum. Öteki
filmlerime pek benzemeyen bir kayıt biçimi var. Yük 80’lerde
yaptığım büyük filmlerimin yanına koyabileceğim bir film.
Atlayarak anlatma yöntemi kullandım. Bu aslında özellikle
edebiyatçılarda, Hemingway’de, Faulkner’da var. Sinemadaysa
Robert Bresson’da var. Asıl olayı silip, etrafından dolanarak
ima yoluyla anlatmaktır bu. Ben de bu filmde cinayeti sildim.
Cinayetin nedenleri ve kimin işlediği konusunda bütün bilgiler
adım adım diyaloglarla ortaya çıkıyor. Hemingway’in bir öyküsü
aklıma geliyor. Bir boksör eskisi, bir kasabada bir bar işletir.
Kasabaya iki adam gelir onu öldürmek üzere. Fakat öykünün
sonuna dek neden öldürmeyi düşündüklerini öğrenemeyiz. İma
yoluyla bunu anlamaya çalışırız. Öyle sanıyorum ki boksör
profesyonel hayatında çok büyük bir yanlış yapmış. Bu nedenle
geliyorlar. Yani bu silmenin esası edebiyatta da var.
Yük'ü oluşturan çerçevenin
içinde neler var?
Üç kişilik bir öykü bu.
Başlangıçta kaçan ve kovalayan iki adam var. Sonra öykü
birdenbire vites ve yön değiştiriyor. Gerçeklik payı da var.
Tonya’dan Zonguldak’a gelen bir maden işçisi hasmı tarafından
izleniyor ve bir yıl sonra orada bulunuyor ve cinayet işleniyor.
Ancak bu gerçekliği, filmi Zonguldak’ta kurduktan sonra öğrendim.
Burada kaçan adamın büyük bir suskunluğu var. Bunun nedeni ise,
iyi okunursa film; iktidarsızlığı. Başta kadınla adamın
fiziksel uzaklığını verdim. Birbirlerine uzaklar. Kaldı ki,
kaçan adamın bilinçaltında büyük bir hıncı da var. Çünkü
karısının eski sevgilisi. Ne olduğunu biliyor. Sonunda da
korkuları birikip, büyük bir cesaret halini alıyor; ve adamla
karşılaştığında da beni öldür diyor. Ben bu yükü artık
taşıyamayacağım. Kanundan kaçmıyor çünkü küçük kardeşini
polise veriyorlar. 16 yaşında ve kısa bir süre yatıp çıkacak.
Aile karar alıp, bunu uzak bir yere, Zonguldak’a gönderiyorlar.
Hasmı bunu bulduktan sonra, bir göçük sonunda herkes orada
toplanıyor. Kadın da geliyor. Kadını görünce, yeniden elde etme
dürtüleri harekete geçiyor. Tülin’e şunu söyledim. Burada
ikili bir oyun var. Başlangıçta arızalı bir ilişkiniz var ama
evlendikten sonra, şu noktadan sonra da tamamen kitlenmen gerekiyor
gelen adama. Orada ele geçirme ve adamı reddetme psikozunu işledik.
ÖYKÜ SİNEMA SANATINA DAHA
YATKIN
Öyküleri sinemaya daha uygun,
daha yakın bulduğunuzu söylüyorsunuz. Bunun sebebi öykünün
yapısal olarak daha minimal bir dile sahip olması mıdır?
Roman sayıyla, öykü nakavtla
kazanır. Romanlarda çok fazla diyalog, olay dizisi vardır. Bunları
ayıklamak gerekir. Hakkari’de Bir Mevsim, Fransa’da
gösterildiğinde jüri başkanı, yazarı Ferit Edgü’ye,
“yazarlar romanlarından yapılan filmleri pek beğenmezler ve
yönetmenin ihanet ettiğini söylerler” dedi. Ve “yönetmen size
ihanet etti mi” diye sordu. “Evet, etti ama çok güzel ihanet
etti” dedi Ferit Edgü. Sırrı, özü budur meselenin. Romanı
alıp ihanet etmek, yeniden kurmak gerekir. Çünkü farklı bir
yapıdır o. Biz tiyatro metnini gördüğümüz zaman, senaryo hazır
sanırız. Ama aslında tiyatro da farklı bir yapıdır. Yapmacıklık
üzerine kuruludur. Bulut, kartondan bir buluttur. Sinema ise
gerçeklik üzerine inşa edilir. Öyküyü bir film öyküsü gibi
kabul edip, onun etrafında bir senaryo oluşturabilirsiniz. Öykü,
sinema sanatına daha yatkın, daha akraba gibi geliyor bana.
Sinema, yapaylığı
hissettirmediği ölçüde başarılı olan bir şey. O zaman
düşsellik hikayenin gerçeğine içkin, o gerçekliğe ait bir
düşsellik mi olmalıdır?
Metafor önemlidir bir yönetmen
için. Ama metaforun, gerçeklikten gerçeküstüne geçmenin de
maddi bir temeli var. Bir kadının göğüslerini bir canavarın
ağzından çıkan alevlere benzetemezsiniz ama bir füzeye
benzetebilirsiniz. Gerçekçilik, gerçekçi olmaya çalışmaktır
bence. Gerçekçi olmaya çalışırsanız, gerçekçi bir iş
yapabilirsiniz. Ama yaptığınız bir kurmaca tabii, haber filmi
değil. Kurmacada başka bir boyuta geçme imkanı var. Bu biraz
yaratıcılıkla, algı dünyanızla ilgili. Ayna filminde bu mesele
var. Ölen adam geri gelir. Evin içine gömdükleri cesedin üzerinde
bir beyaz öküz vardır. O kadın, sevgilisini, ölen adamı o
öküzle özdeşleştirir. Bunu anlayan kocası da öküzü öldürür.
Bunlar çok katmanlıdır. Derinlikli bir öykü ve bunu da
sığlaşmadan yapabildik. Bütün zamanların en iyi Avrupa filmleri
listesinde hala başta duruyor Ayna. Burada gösterildiğinde
tanıdığımız bir eleştirmen “Güzel ama ne” diye bir başlık
atmıştı. Tabii güzel de çok ideolojik bir şey. Doğruyla, iyi
olanla bir bağlantısı var. Ama Atilla Dorsay’ınki haricinde pek
derinlemesine bir eleştiri okuyamadık.
Düşsellik-gerçeklik meselesi çok
fazla formül, ölçek vs. kaldırmaz. Onun için filmlerinizi
karnınızdan doğru yapın. Çünkü akıl, bilinç yaratıcılığı
öldürür. Post prodüksiyonda masaya oturduğunuz zaman, orada
aklın, matematiğin ön plana geçtiğini görüyorsunuz. Masada,
kurguda filmi tamamıyla da değiştirebilirsiniz. Ama eğer bir
filmin ön sahnelerini çok keserseniz, resimlerden çabuk
çıkarsanız, filmi durduramazsınız sonra. Giderek fazla hızlanır.
Onun için başlarda sakin olmak gerekir.
ŞİDDETİN ŞİİRİ
Geçen gün bir yönetmen “abi sen
çok sertsin” dedi. Evet, ben aslında şiddetin şiirini arıyorum.
Yalnız kaldım ama Yeşilçam klişelerini, kalıplarını
değiştirdiğimi sanıyorum. Ana akım sinemasına hiçbir zaman göz
kırpmadım. Bu işe gönül verenler, yaşamak için film yapmazlar.
Film yapmak için yaşarlar.
Ses, sinemaya ne katar?
Ses, bir filmin yüzde 60’ıdır
bana sorarsanız. Bunu David Lynch’i okuyarak ve onun bütün
filmlerini izleyerek öğrendim. Lynch, adeta sesle atmosfer kurar,
sahne kurar. Mesela “Silgi Kafa”da tamamıyla sesle anlatılır
her şey. Sonraki filmlerinde de sesler çok egemendir. Türkiye’de
ilk defa sesli çekimi 1984 yılında Ayna filmi ile ben yaptım.
Filmi sıkıyönetim olduğu için Yunanistan’da bir adada çektim.
Sesli çekimin ne kadar önemli olduğunu da o filmde kavradım. Bir
de ben sesleri biraz müzik gibi de algılamaya başladım. Doğa
sesleri, insan sesi, rüzgarın, denizin sesi, bunlar çok etkili ve
şiirsel efektlerdir.
BİR SAHNENİN ALTINI ÇİZMEK
ZAFİYETTİR
Benim özellikle bir müzik
sendromum var. Müzikten korkuyorum ve biliyorsunuz filmlerimde
yaşadığım sorunlar oldu. Bir tren sahnesine, tren ritminde müzik
koyuyorlar. Ona o ritimde müzik koyduğunuz zaman altını
çizersiniz. Bir sahnenin altını çizmek bence zafiyettir. Onu
yorumlamaktır esas. Benim için sinema, hayatın basit
ayrıntılarından felsefe yapma işidir. Çok basit bir ayrıntıyı
alır ve ondan felsefe yapabilirsem o film kalıcı olur. Müziği ne
kadar çok geriye çeker, efektleri ne kadar çok öne getirirseniz o
kadar etkili olursunuz. Ama dizi alışkanlığından arkadaşlar
bangır bangır açıyorlar, hemen her sahneye müzik koyuyorlar.
Bunu doğru bulmuyorum. İyi bir film müziği, kendini
hissettirmeyen müziktir. Ama plakları yapılan bir film müziğiyse,
o filmi ütülemiş demektir.
TÜRK SİNEMASININ ESKİ
DÖNEMLERİ
Türk Sineması'nın hem
geçmişini hem bugününü bilen birisi olarak bugünün ve
geleceğin sinemacılarına Türk Sineması'nın eski dönemleri için
"şuraya bakın" diyebileceğiniz bir şey var mı?
Benim sinemama
bakın demek bana düşmez ama Lütfi Akad’a dönüp bakın. Çünkü
Lütfi Akad’da kadrajda biraz geometrik araştırmalar vardır.
Özellikle Sisler Rıhtımı’nda. Sakinlik, sadelik ve
kadrajlarının sağlamlığı önemlidir. Metin Erksan’ın
kamerası havada gevezelikler yapar. Diğer taraftan hemen her
filminde yeni formlar bulur. Picasso nasıl durmadan yeni formlar
buluyorduysa, sinemamızda da bunu Metin Erksan yapıyordu. Onun
dayanılmaz çekiciliğine ben hayranım. Tabii en önemlisi de
benimde çok yakınım olan Yılmaz Güney. Yılmaz Güney, senaryo
yazarken karakterleri oynayarak yazardı. Yol filmine başlamadan
önce bana oynayarak anlatırdı. Ben onun yüzüne bakarak filmi
görmüştüm. Sonra işi durdurdu. Bunun nedenlerini artık herkes
biliyor. Yılmaz Güney’in senaryo yazmaya vakti olmadı çok. Ama
içeride “benim çok vaktim var” derdi bana. Sürü’yü yazdı.
Yol’u yazdı. Bu iki senaryo çok önemlidir. Ders olarak
okutulmalıdır. Öte yandan da bir sinema dehası vardır. Umut
filmini yazarken geceleri dama çıkar ve Yenice paketinin üzerine
notlar alır, gündüz o notlarla devam ederdi. İki gün sonrasının
ne olacağı bilinmezdi. Ve her gece bunu yinelerdi. Her gece yenice
paketine bir kaç sahne yazar, sabah bunu çekerdi. Hem Metin
Erksan’da hem de Yılmaz Güney’de bir sinema dehası vardı.
EMEK SİNEMASI: İKSV NEDEN MÜDEHALE
ETMEDİ
Emek Sineması’nda yaşananlar
hakkında düşünceleriniz?
Bir kere sinemayı yukarıya
taşıyacaklar ve cep sinemaları yapacaklar. Neden? Çünkü
alışveriş merkezi yapılacak ve girişe vitrinler konacak.
Ticaretin, sanatın ve kültürün üstünde olduğunu görüyoruz.
Ticaret ve ekonomi kültürden daha öne çıkmamalı. Yukarıya
taşınması aynı şey değil.
İkincisi, zamanında orası bir
özel şirkete verildiğinde neden müdahale edilmedi? İKSV’nin
içinde çok büyük burjuvalar var. Büyük holding sahipleri var.
İKSV neden müdahale etmedi. Bu sorunun cevabını ben bulamıyorum.
Geç kalınmış bir mücadeledir. Ama devam ederse, kurtarabiliriz
diye düşünüyorum. Orası bizim belleğimiz. O kadar çok anım
var ki. Hakkari’de Bir Mevsim’in, Bereketli Topraklar
Üzerinde’nin ilk gösterimleri orada oldu. O geceleri
unutamıyorum. Sonra Mavi Sürgün’le Altın Lale aldığım o
anlar ebedileşir, o sahnede ebedileşir. Şimdi onlar yıkılıyor.
Geçmişim, hafızam yıkılıyor. Emek Sineması, sinema olmaktan
öte, çok daha geniş, çok daha anlamlı bir şey. Costa Gavras’ın
dediği çok doğru. Simgesel yerleri yıkarsanız, sanatsal, politik
ve sosyal bir hata yapmış olursunuz.
*Yurt Gazetesi'nde yayınlanan röportajın kısaltılmamış halidir.