8 Kasım 2013 Cuma

BİLİNÇDIŞININ UÇSUZ BUCAKSIZ DÜNYASI



BİLİNÇDIŞININ UÇSUZ BUCAKSIZ DÜNYASI

Söyleşi: Erdem Şimşek

18-19 Mayıs 2013 tarihlerinde gerçekleştirilecek “Taşra ve Edebiyat” sempozyumu öncesinde Mesut Varlık ile sempozyumu ve değişen taşra-merkez ilişkisini konuştuk. Merkezi bilinç, taşrayı bilinçdışı ile metaforlaştıran Varlık, hakiki metinler için de umudunu taşrada tutuyor. Varlık’ın dayanak noktalarından baktığımızda, dilin bilinçle kullanımından alınabilecek sonuçları matematik dahilinde sayarsak, bilinçdışının uçsuz bucaksız dünyası için metni matematikten kurtaracak, can verecek yerdir diyebiliriz pekala.



Taşra neresidir?

Bu soruya verebileceğim biri kısa biri uzun iki yanıtım var: Kısa olanı; bilen varsa söylesin, olabilir. Uzun olanı ise, merkez-taşra diye çok uzun yıllardır, bizden önce yapılan, bizlerin de çoğu zaman kısa yoldan derdimizi anlatmak için yaptığı ayrımı makul bir şekilde savunacak yahut destekleyecek verilerin kalmamış olmasını görerek başlıyor. Ancak “taşra” kelimesini bir kavram olarak ele aldığımızda, mesele daha da zenginleşmeye başlıyor; çünkü o zaman sadece coğrafi ve/veya ekonomik-sosyal açılardan bakmak zorunda kalmıyoruz. Bu kez “taşra” dediğimiz yer, bilinçdışının bir metaforu olabiliyor örneğin. Veya sıkıcı “merkez”in insanda bıraktığı “sıkıntı” olarak bakabiliyoruz. Merkez ve taşra öylesine birbirine girmiş durumda ki bugün, bizim için merkez neresiyse, taşrayı ona göre belirleyebiliyoruz artık. Böylece her yer merkez, her yer taşra olabiliyor. Postmodern bir noktadan söylemiyorum elbette bunu: Klasik merkez ve taşra ayrımının yerine yeni kavramlar üretmemiz gerektiğini düşündüğüm için “şeytanın avukatlığı” olsun diye söylüyorum. 

Sempozyum fikri nasıl ortaya çıktı ve neyi hedefliyor sempozyum?

Yıllar önce Hasan Ali Toptaş ile bir sabah kahvaltısında sohbet ederken, onun anlattıkları üzerinden böyle bir toplantı yapma fikri gelmişti aklıma. Ama tabii böyle bir organizasyonun mali birtakım gereklilikleri vardı ve bunları şahsen karşılama imkanım yoktu. Nihayet, Toplumsal Haklar ve Araştırmalar Derneği’ni (TOHAD) bir grup dostumla kurduktan birkaç yıl sonra Ulusal Ajans’a bir proje sunduk ve kabul edildi. Sempozyum, bir yandan İstanbul dışında yaşayan yazarları İstanbul’daki okurlarıyla buluşturmak amacını taşıyor. Ama öte yandan da özellikle, sosyolojik açıdan neredeyse kalmamış olan merkez-taşra ayrımını, hâlâ devam ettiren —birkaç yayınevi haricinde elbette— yayın dünyamızın bu “değişime” dikkatini çekmek. Bu nedenle de Sempozyum’un ertesi günü, yani 19 Mayıs’ta altı yazarımız altı ayrı odada okurlarıyla birlikte atölye yapacaklar ve her odadan en az birer cümle çıkacak. Sonuçta, bu cümleler ışığında ve toplamında “Taşradan Edebiyat Manifestosu” oluşturulacak. Yayın ve edebiyat dünyamızın, kolayına gelen bazı alışkanlıklardan kurtulması gerekiyor artık. Bu Sempozyum’un en azından bazı konuların yeniden tartışılmasına yarayacağını ümit etmek isterim. 

Nedir taşrada yaşayan yazarın sorunları?

Bugün, sadece metninin iyiliği sonucunda, herhangi bir “tanışıklık”, “çevre”, “ortam”, “hamil-i kart” müdahalesi vs. olmadan ilk kitabını saygın bir yayınevinden yayınlatabilmek hayli güç. Yayın ve edebiyat dünyamızda, sadece Türkiye’de de değil bütün dünyada, durum neredeyse hep böyleydi. Ama bugün artık Türkiye’de kıymeti reklamından menkul kitapların eskiye nazaran giderek artması ve piyasayı domine eder hale gelmesiyle birlikte, bu konu daha da öne çıkarılmalı, diye düşünüyorum. Zira sırf İstanbul’da yaşamadığı için, İstanbul’daki bazı “kilit” isimlerle ahbaplığı olmadığı için çok uzun yıllar eserlerini basma sorunu yaşayan Hasan Ali Toptaş, bahsettiğim bu durumun en yakın ve bariz örneklerinden biri. Sempozyum’a katılan Şükrü Erbaş’ı, Ethem Baran’ı da bu açıdan saymalıyız belki. 

Mesafeler kısalırken yayıncılıkta nasıl değişimler gerçekleşiyor?

Dediğim gibi, pek de bir şey değişmiyor aslında. Tabii merkez-taşra “ayrımı” açısından. Yoksa elbette yayınevlerimizin çok büyük kısmı “çoksatan” kitapları bulmak ve onları afiyetle tüketecek okur kitlesini kurslar-tanıtımlar-ilanlar vs. yoluyla yaratmak konusunda hayli mesafe kaydettiler. Neyse ki hâlâ bir avuç yayınevi, etrafında toplandıkları etik değerlerin peşini bırakmaksızın iyi ve sıkı yayıncılık yapmaya devam ediyor. Bugün Türkiye’de bir entelektüel ortam varsa, onların sayesindedir zaten. 

Hikayetaşrada geçince dil de taşraya göre şekil alıyor mu?

Bu soruya cevaben “evet” desem bir dert, “hayır” desem ayrı bir dert. Merkezde üretilen eserle taşrada üretilen eser arasında farklar hem var hem yok. Tekil yazar örnekleri üzerinden konuşmak gerekir ama şimdi oralara girmeyeyim. En iyisi bildiğim yere çekeyim mevzuyu. Yayın ve edebiyat dünyamızın “merkez”i hiç tartışmasız İstanbul. Ve İstanbul uzun zamandır, özellikle “edebiyat ortamı” açısından öylesine kirlendi ve seviyesizleşti ki iyi bir yazar dahi aşırı dozda İstanbul edebiyat ortamlarında kalınca hızla bozuluveriyor. Dolayısıyla, taşrada yaşayan yazarların —hepsi için geçerli değil elbette— böyle bir avantajı var. Yıllar sonra dönüp, edebiyatımızda değişimi sağlamış, yeni ve hakiki metinlerin nereden çıktığına baktığımızda, İstanbul’u göremeyeceğiz, sanırım. Birileri yarın bir şeyler söylüyor olacaksa, o sesler taşradan çıkacak, diye tahmin ediyorum. Böylece taşrada yaşayan tüm yazarlara kutsal gözüyle baktığım falan zannedilmesin. İkameti taşrada olanları değil, ruhundaki taşrada ikamet edenleri kastediyorum. Yoksa sadece ikameti taşrada olup, benim diyen merkezdekine pabucunu ters giydirecek çok yazarımız var. 

Sinemada taşra sık konu edilir oldu. Bu süreçte edebiyattan ne kadar beslendi sinema?

Sinema-edebiyat ilişkisi daima sorunlu olmuştur. Konunun teorik tarafından çok, belki de yönetmenlerin çekinmesine neden olan şey, filme çekilecek romanın okurlarının yüklü kısmının “Olmamış, romanı mahvetmiş,” yorumlarından kaçınıyor olması olabilir. Taşradan çıkagelen edebi üretimlerin uyarlamaları açısından çok zengin olduğumuz söylenemez. İyi örneklerden biri olarak belki Ümit Ünal’ın “Gölgesizler” filmini sayabiliriz. Ama “taşra ruhu” denilen şeyden —o her ne ise— beslenen filmlerin sayısında artış olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nuri Bilge Ceylan’ın, Cemal Şan’ın filmlerini yahut Engin Günaydın’ın “Vavien” filmini vs. unutmamak gerekiyor. Sinema konusunda cahil olduğum için fazla bir şey söylemek de istemiyorum doğrusu. Ama şu kadarını biliyorum kio “taşra ruhu” denilen şeyi, İstanbul dışında yaşayan bazı yazarların eserlerinin taşıdığını unutmamak gerekiyor. O eserlerin ortaya koyduğu, hissettirdiği, yaşattığı, duyumsattığı ve merkezdekilerin çoktaaaaan unuttuğu insanlar, haller, duygular, incelikler... İnsan ruhunun taşrasını belki de en iyi taşradaki yazarlar anlatıyor. Kafka’nın da ilk yıllarında “Bırakın o taşralıyı,” diye tepki aldığını nasıl unuturuz? 

Dünya edebiyatında merkez-taşra ayrımının bizimki kadar keskin olduğu örnekler var mı?

Mevzuyu “dünya” ölçeğine çektiğimizde elbette işler daha fazla karışıyor. Başı-sonu belli bir harita içerisinde edebi üretimde bulunan insanlardan konuşmak başka bir şey; başı-sonu olmayan, durmadan dönen, döndükçe değişen-değiştiren, ele avuca pek gelmez bir alandan bahsetmek başka bir şey. Zira diyelim Mardin Ankara’nın taşrasıdır. Ankara da İstanbul’un. Ama İstanbul da Londra’nın taşrası. Hatta bazan Londra da New York’un taşrası. New York’un Hong Kong’un taşrası olduğu durumlar dahi var. Bu nedenle, mevzuyu dünya çapında tartışırken, tekil örnekler üzerinden giderek bir şeyler söylemenin daha doğru sonuçlar vereceğini düşünüyorum. Diyelim bir romanın taşrada geçiyor olması üzerinden başka şeyler; bir romanın taşrada yazılmış olması üzerinden başka şeyler söylenebilir. Belki Salman Rushdie gibi taşradan merkeze yolculuk yapan yazarlara bakmak, farklı şeyleri görmemizi sağlayabilir. Ama oraya girersem konuyu fazla dağıtmış olurum. 

Taşra taşra diyoruz da, taşra, taşra olarak kalmaya devam ediyor mu?

Artık kitleler önünde konuşmama kararı aldığı için Sempozyum’da konuşma yapmayacak ama okurlarıyla atölye yapacak olan Hasan Ali Toptaş, yakınlarda verdiği bir röportajında “Zaman zaman şunu düşünürüm; gün gelecek, insanlar birazcık nefes alabilmek, sükûnet denen şeyi hatırlayabilmek ve azıcık da olsa yavaşlığı tadabilmek için akın akın taşraya doğru koşacaklar ama onu yerinde bulamayacaklar,” demişti. Çünkü zaten taşradan gelenler de “merkez”i yerinde bulamıyor. Merkez de merkez dediğimiz, üçerden altı yanı denize çıkan İstanbul’da, yüz bin (100.000) civarında insan henüz denizi görmemiş durumda. Yine konuşmamızın başına dönmüş gibi olduk ama... Behçet Aysan’ın dizesini biraz bozarak “Yok başka bir cehennem, yaşıyoruz işte,” diyesim geliyor bazan. (Sempozyum’un sloganını oluşturan “Taşradan geliyorum, taşradan...” dizesinin de Aysan’a ait olduğunu söylemiş olayım.) Neoliberallerin yaratmaya çalıştığı anlamda söylemiyorum ama her açıdan, her anlamda başka bir dünya kurulmakta şu anda. Bu denli değişimi en son XIX. yüzyılda yaşamıştık. Bugüne tam da bu değişimi görerek müdahale etmeliyiz sanırım. Bu Sempozyum da Türkiye’deki yayın ve edebiyat dünyasına ufarak bir müdahale çabası aslında.

Taşra kelimesi hangi özlemleri taşır içinde?

Merkez’i bilinç’in, taşra’yı da bilinçdışı’nın metaforu olarak gördüğümüzde, neden taşrayı sorarken özlemlerimize lafın gelip çattığını daha rahat görebiliriz, sanırım. Merkez’in sıkıcı, taşra’nın ise sıkıntı ile ilişkilenmesi gibi. Daima aklıbaşında davranan insanlar nasıl da sıkıcıdır. Ya da bilinçdışımıza yaklaşmaya çalıştığımızda, o bataklığın kokusunu dahi duymaktan nasıl da sıkıntı duyarız. İçinde yaşadığımız sistem, herkesin kendi merkezini kurması ve dünyanın o merkez etrafında döndüğüne inanması için durmadan çalışıyor. Bilinç düzeyindeyken daima “merkez”deyiz aslında. Ama dikkat edersek, onun içindeki taşra parçalarını görebiliriz. Ama taşraya asla hakim olamayacağız; çünkü oraya asla gidemeyeceğiz.

* Yurt Gazetesi Kültür Eki'nde yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder