28 Ağustos 2016 Pazar

Derin, güzel, karanlık, soğuk




Türk medyasının yok saymayı tercih ettiği Aslı Erdoğan, yazılarıyla, kitaplarıyla, politik duruşuyla, bize kendi gerçeğimizi hatırlatıyor. Erdoğan; faşizme karşı omuz omuza olmanın güzelliğini belirtirken kendi içimizdeki faşistle ne yaptığımızı da soruyor 

Söyleşi: Erdem Şimşek

Okurken, okurla, sizinle mücadele ettiğini düşündüğünüz bir yazar Aslı Erdoğan. Bir türlü bağ kuramazsınız karakterleriyle. En derinden, en güzel sözleri fısıldarlar, sonra sizi yarı yolda bırakırlar. En karanlık, en soğuk cümleler dökülür birden. Biraz Jean Genet gibidir bu anlamda. Ama aslında onun karakterleri, bizden daha gerçek oldukları için, kendimizi yapılandırırken yapay kavramlarla kendimizi bağladığımız için yaşarız bu hissi. Çünkü asıl mücadelemiz kendimizledir. Varlığıyla yadsınamaz, varlığını kendi gerçekliğinden koparttığı kelimelerle yazan bir yazarın varlığı kendini çoktan tanımlamış insanlar için fazlasıyla rahatsız edicidir. Onu yok saymak isteriz ve bunun için elimizde bir güç varsa bunu kullanırız. Norveç'te  3. “Ord i Grenseland” (Sınırda Kelimeler) Edebiyat Festivali’nde  “Özgürlük Ödülü’ alan Aslı Erdoğan'ın bu ödülü alması, onun bir yazar olarak başarısı olduğu kadar, bu ülkenin de  derinlerinde ne kadar tehlikeli potansiyeller içerdiğini gösteriyor.

YAZMAK VE MEYDAN OKUMAK

Yazmanın içimizdeki ötekinin hem bize hem dünyaya meydan okumasıyla başladığını düşünüyorum. Siz nasıl görüyorsunuz yazmak ve meydan okumak arasındaki ilişkiye? Meydan okuma olmadan yazmanın bir önemi kalır mı?

Çok güzel bir tanım. Yazmak, meydan okumaktır. Elbette yazmanın tek anlamı bu değil ama çıkış noktalarından biri olarak en doğru tanım. Kendi yazılarım bağlamında söylersem; mesela Kırımızı Pelerinli Kent'teki Özgür'ün, yazma eylemi bütün dünyaya, hayata, ölüme, şiddete karşı bir meydan okumasıdır. “Ö” harfini seçmem de onun içindeki öteki anlamındaydı. Ö de Özgür'e, gerçeğe meydan okumakta. Sonuçta, hayata meydan okuyuş, ölüme doğru bir yolculuğa dönüşmekte. Yazı, bu dünyaya, yazara da meydan okumak. Yazma eylemi buradan doğuyor.

EDEBİYAT SADECE GÖSTERİYE DÖNÜŞMEMELİ

Bir yazar, her zaman başka türlü bir edebiyatın mümkün olduğuna inanarak mı yaşamalıdır?

Arayış olmasa yazmak sıkıcı ve rutin bir işe dönüşürdü. Her zaman bilinmeyenleri olduğu için nereye gideceğini, bir sesin kendini nasıl açığa çıkaracağını bilemediğimiz için de yazmayı sürdürüyoruz. Burada da daha önce var olan formlara bir meydan okuma var. Elbette bir de işin realitesi var. Biz de belli bir çağın, belli bir dönemin insanlarıyız. Belli dillerin sınırları içinde varız. O sınırları zorluyoruz, sınırları fark ettikçe de aşıyoruz. O sınırları fark etmek bile bir adım, bir meydan okuma. Bende de bir tür formsuzluk olduğu için ben kendimi ne romancı ne hikayeci ne de şair olarak tanımlıyorum. Türler arasında gidip geliyorum. Hatta sırf bunu konu alan bir yazı bile yazdım. Ben daha esinsel bir yazarım. Belli sesler doğuyor ve o sesi en iyi duyabileceğim yapıyı arıyorum. Bütünüyle o sesi duyabileceğiniz yapıyı kurmak zorundasınız. İşin zevkli kısımlarından biri de bu. Ama bence ses daha önce gelir. Ben ustaca bir yapı kurayım, iç içe beş yapı geçireyim, bu mümkün ama bunun için yola çıkmıyorum. Ben bir fizikçiyim. Çok karmaşık yapılarla uğraşabilirim. Ama öyle olsa fizikte kalırdım. Edebiyat, sadece bir gösteriye dönüşmemeli. Yazarın zekası ya da kurgu ustalığı biraz da görünmez olmalı. Bazı kitaplarda ustaca bir kurgu yapmamak bile bir ustalık işareti olabiliyor. Yalın olmak gerekiyor. O da sezgiye dayanıyor ve işte yazının sanat kısmı da orada devreye giriyor.

İNSANIN TEMEL MESELELERİ DEĞİŞMEDİ

Andre Malraux'un “İnsanlık Durumu”nu 20. yüzyılı en iyi anlatan kitap olarak gördüğünüzü yazmıştınız. İnsanlık Durumu'nun içerdiği özyıkım ile Kırmızı Pelerinli Kent'teki özyıkım arasında bir bağlantı var mı?

Öncelikle çok da yalın bir roman değildir İnsanlık Durumu. Onda da çok ustaca kurgular var. İç içe kaç kişinin hikayesi ustaca anlatılır. Ama evet deneysel bir şey yok. Klasik bir anlatım biçimi. İnsanlık Durumu, başlığını çok hak eden bir kitap. İnsana dair olan neredeyse her şey var o kitapta.
İlla ki bir yazarın her kitabında deneysel olması gerekmiyor. Becerebiliyorsan eyvallah. Edebiyattaki ana akım hikaye anlatımına döndü. Deneysel hiçbir şey yok. İnsanlık durumları üzerine de bir şey yok. Çok güzel hikaye anlatıcılarıyla dolu dünya edebiyatı. Çağ romanları, özellikle farklı, iç içe geçmiş kültürler. Bunu ustaca yapan, o kadar çok yazar var ki. Çok da iyi kitaplar. İnsanlık Durumu'na dönersek, ben o romanı okuyalı 25-30 yıl oldu. Hala sahne sahne hatırlıyorum. Bu da önemli. Her yazarda olmayan bir şey. Tolstoy'da var o güç. Tolstoy'u sev veya sevme ama Tolstoy'un da bazı sahneleri unutulmazdır. Bir kere oku, unutamazsın. Anne Karenina'nın intihara yürüdüğü sahne, Diriliş'te mahkumların yürüdükleri sahne. Hatta orakla ekin biçme sahnesi gibi son derece yalın bir eylemi bile ölümsüz kılıyor. Mükemmel tablolar bunlar. Bence İnsanlık Durumu da böyle. Ölüm, öldürme, ihanet, hepsi var. Bir şekilde insanın temel meselesinin bin yıllar içinde çok değişmediğini düşünüyorum. Belki de benim meselelerimle çok örtüştüğü için Andre Malraux. Ölüme doğru bir yolculuktur o roman da. Daha da öteye giden Andreyev'in “Yedi Asılmışların Hikayesi” var. Onu en iyi hikayeler içine almam. Edebiyatın doruklarından çok çukurlarından biridir. Rus Edebiyatı'nda benzeri yoktur o hikayenin. Yazdıktan sonra da intihar etmiştir. Yedi idam mahkumunun son gecesini anlatır. Edebiyatın gidebildiği en uç noktalardan biridir. 7 kez seni alır, idama götürür, yedincisinde bitirir. Yazara yalvarıyordum, dur artık gitme diye. Artık burada duracak dedim, durmadı. İkişer ikişer asılmaya götürürler. Son bir kadın kalır, tek asılmaya gönüllü. O kadın idama yürürken bitirir. Nasıl yazmış bu adam bu hikayeyi! Yıllarca idam mahkumlarıyla röportajlar yapmış. Yazdıktan sonra da intihar etmiş. 

SU DAMLASI VE İZ

Ölüme giderken yazıyorsak varız diyebilmek için mi?

Kırımız Pelerinli Kent bağlamında anlatayım. Niye hep bu kitaba gidiyorum, çünkü benim yazınsal çabamın özeti gibi. Evet orada yazı tam o anlamda oluyor. Özgür’ün arkasına dönüp baktığı ve ölümlü olduğunu gördüğü  an. Orpheus yani Özgür, döndü baktı ve sıfır noktasını yazdı. Yazmak hem geriye bakmanın hem de görmenin bir yöntemi. Ne gördü; ölümünü gördü. Sokakta ölmüş kadında kendi cesedini gördü. Orada da der açık açık, insanın önüne çıkan bütün cesetler onun en zayıf yerinden vurur; kendi içindeki cesetten. Yazının doğduğu an; tam da o an. Kendisinin ölümlü olduğunu gördüğü ama kendi içinde sonsuzluğu da yakaladığı an.  Bu ikisi birbiriyle çelişkili gibi duruyor ama tam yan yana durabilen şeyler. Sonsuzluğa duyulan bir tür tutku; aşk! İlla ki kalıcı  olma çabası değil. Su damlası da kalıcı değildir. Özgür’ün kendi hikayesine kavuştuğu an, aynı zamanda öldüğü ve sokaklara karıştığı andır. Bir su damlası gibi. O aşık olduğu, hayatın kendisi olan şehirle birleşti. Bütün içinde eridi dağıldı. Bir hiç oldu. Bunu kabul edebildiği an Özgür oldu. Her anlamda. Ama bir iz kalıyor bir yerde. Damladan da, Özgür’den de. Bu bakımda Kırkızı Pelerinli Kent, çok acımasız da bir kitaptır. Özgür’den geriye kalan ne? Kimsenin okumadığı bir kitap. Sokaklarda büyük olasılıkla polisin bulup çöpe atacağı ya da ailesine gidecek bir defter kaldı kızdan geriye. Ama o defter her şeydi. Bütün meydan okuması, bütün yanıtı, bütün soruları o defterdi.  Çok mu önemliydi bu kitap yayınlansa ve Özgür, dünya çapında bir yazar olsa. O kurşunu yedikten önce ya da sonra fark etmeyecekti. Kala kala o damla kaldı. Ama o damlayı Özgür, kendi keşfetti, kendi buldu. Çok romantik temalar ama hayata bizim koyduğumuzdan daha fazla bir anlamı yok hayatın.

NE EDEBİYATÇILIĞIM NE FİZİKÇİLİĞİM

Medyada çok fazla yer bulamamanıza gelelim. Medya kimi görmez? Kimi görmek istemez?

Türkiye’de medya eleştirisi bir bakıma çok kolay. Çünkü kör gözün parmağına dercesine eleştirilecek yanları var. Bir bakıma da daha grifit bir iş. Çünkü çok iyi çabalar oluyor. Çok iyi gazeteciler giriyor bu işin içine. Ama niye bir şey yok? Niye giderek kötülüyor medya? Eskiden eleştirdiğimiz medya kurumları bile, şimdikilerin yanında eleştirel kaldı. Medyanın beni görmemesi beni birkaç yıl önce çok rahatsız edecek bir şeyken artık etmiyor. Hakikaten görülmek de istemediğim bir medya var şimdi. Tabii ki normalde isterim. Okurun karşısında her zaman boynum kıldan ince. Madem ki yazarım, böyle çıktım yola, kitaplarımı yayınlıyorum, okurlara ulaşmak için her mecrada bulunurum ama benim de çözemediğim, hissedilir bir ambargo var üzerimde. Özer Çiller’in higgs parçacığı üzerine yazdığı kitap sürmanşete çekiliyor. Ben higgs üzerine Türkiye’de ilk yazmış kişiyim. Ntv’de 2 yıl içinde higgs bulunacak dedim ve 2 yıl içinde bulundu. Hani bari buradan çağırsınlar. Nereden bildin! Özer Çiller, higgs üzerine laf ediyor, sayfalar ayrılıyor, ben de bu konunun tezini yazmışım. Ne edebiyatçılığım, ne fizikçiliğim! Politikayı hiç konuşturmuyorlar. Bu son aldığım ödül, önemli bir ödül. Kadınların oy hakkının yüzüncü yılı için verilmiş olması bile çok önemli. Uluslararası bir ödül, Türkiyeli bir yazara veriliyor. Normalde basındaki milliyetçi damar, böyle şeylere bayılır. Benle de biraz böbürlenin o zaman. İşte Kafka ile kıyaslanmışım. Mark serisindeki tek türküm. Soft Skull adlı Amerika’nın en iyi bağımsız yayınevinin o yıl bastığı iki kitaptan biri benim. Hiç! Bunlar, haber bile olmuyor iki satır.

İÇİM HALA ACIYOR

Yabancı basının bu noktada bir düşüncesi var mı Türk basınına dair?

Var tabii. Bu son verilen ödül tam da bununla ilgili. Koşullarından biri oydu. Kendi ülkesinde dışlanıp, dünyada tanınan!  Newal El Saddami ve Slaven Kuturovic diğer adaylardı. Benden de kötü durumda olanlar varmış. Slaven Kuturovic, Doğu Avrupa’nın Simon de Beauvoir’ı diye adlandırılan bir kadın. Sırf savaşa karşı çıktı diye Hırvatça kitap yayınlayamıyormuş uzun süredir. Ben en azından Türkiye’de kitaplarımı yayınlayabiliyorum. Özellikle de bir kadın yazar olduğunuzda, bu boyutlara varabiliyor dışlama. Bu konuda da beni İskandinavlar eğitti. “Yok Aslı, böyle değil. Bir kadın yazarla erkek yazar olmak aynı değil. Sen bir kadın yazarsın, başına gelenler kadın olduğun için de geliyor. Sırf muhalif olduğun için değil.” Bir erkek, muhalif olup bunları rahatça kahramanlık hanesine ekleyebilirdi. Benim de yutmamın zor olduğu cümlelerdi. Bakmayın, ben de kadın yazar tanımlamasına çok bayılarak atlamış değilim. Kim atlar ki! Hepimiz Aslı Erdoğan, Orhan Pamuk, ismimiz ne ise o olmak isteriz. İlk Almanya’da çıktı bu soru. Bir eleştirmen, bir yazıda kendi ülkesinde ahlaksız ilan edilen yazar dedi. Şok geçirdim. Neredeyse ağladım seyircileri önünde. 2003’te hakkımda çıkan kitabın ve o kampanyanın bilindiğini, dünyada duyulduğunu bilmiyordum. Şimdi tabii internet dönemindeyiz. En son Norveç’te bir masada söylediler. Bütün çabama rağmen kontrolüm dışında gelişen olaylar. Hakikaten ben ortaya çıkmadım, bana neler neler yapıyorlar Türkiye’de diye. Hiç oynamak istediğim bir rol değil. Çünkü gerçekten içim hala acıyor. Avrupa’da çıkan yazıları oryantalist bakış açısıyla yüceltmiyorum. Ama bunların olabildiğince objektif olduğuna eminim çünkü hiçbirini tanımıyorum. Beni yazmaktan hiçbir çıkarları yok. Onlar beni tanımadılar, hiç görmediler. Kitabımı okuyorlar ve benimle ilgili de değil, kitaplarımla ilgili cümleler kuruyorlar. Bu da bana iyi geliyor. Çünkü bir yazar olarak eninde sonunda kitabınla ilgili cümleler duymaya da muhtaçsın. Yoksa ciddi bir megalomaniye saplanırsın. Türkiye’de de önemserim. Türkiye’de niye bu kadar bilendim. Kişisel tanışların her şeyin önüne geçtiğini defalarca gördüğüm için. Herkes için demiyorum bunu ama pek çoğu için kişisel tanışıklıklar ve derinlerden işleyen erkek egemen bakış açısı her şeyin önüne geçiyor.

İKİ AĞIR YÜK: MİLLİYETÇİLİK VE CİNSİYETÇİLİK

Bu dışlanma sizi biraz da dünya vatandaşlığına itti diyebilir miyiz? Tüm yaşadıklarınızdan sonra şimdi nasıl bakıyorsunuz Türk soluna?

Cinsiyetçilik ya da milliyetçilik Türk icadı değil. Dünyanın her yerinde var. Özellikle Avusturya’da yaşadığım o çok tatsız deneyim, zaten bir Avupa icadı olan ırkçılığı bugünün Avrupası’nın orta yerinde en ağır haliyle yaşayabileceğimi gösterdi. Ama Türkiye’de entelektüeli ya da sol çevreleri şu bakımdan eleştirebilirim. Bu iki ağır yük; milliyetçilik ve cinsiyetçilik ile yüzleşme konusunda çok fazla adım atamamışlar. Bunu atmadan da ne eşitlik ne özgürlük mücadelesi olur. Sol adına konuşacaksak, eşitlik ve özgürlük için konuşuyor olmamız lazım. O zaman hem milliyetçi hem cinsiyetçi olup, bir de hem eşitlik hem özgürlük diyemeyiz. O ‘bana eşitlik, bana özgürlük’ demek. Faşizme karşı omuz omuza çok güzel, çok anlamlı bir slogan ama sen kendi içindeki faşisti ne yapıyorsun? Önce ona bakalım. Onunla yüzleştin mi? Sırf erkekler için demiyorum. Kadınlarda da var o faşist ama erkek egemen yapının yerleştirdiği bir faşist. Kürt meselesi denince gözleri dönen pek çok solcu var. E sen nerde solcusun, nerede evrenselsin? Bir örnek verirsem; “TOMA’mızı yaktılar” diye bir manşet gördüm. Bahsedilen TOMA Diyarbakır’da yanlış hatırlamıyorsam. Buradaki TOMA devletin, ki o bizi dövüyor; o TOMA bizim mi? Devletle özdeşleşen dil. Bizim TOMA’mız, bizim polisimiz, bizim askerimizi şehit ettiler! Bu sözler bir solcudan geldi mi ne oluyoruz diyor insan içinden. Niye devletle bu kadar özdeşleşen bir solumuz var? Hatta niye bu kadar iktidarı seviyoruz. Hakim Kürt’e karşı  ayrımcılık yaparken, eleştirmen de kadına karşı yapıyor. Aynı yapı, aynı iktidar sevgisi, yükselme ve her şeyi kontrol etme isteği. Onun için belki AKP ile çok iyi anlaştılar. İktidarı, devletin şiddetini sorgulamak değil, “o mekanizmaların başında ben olayım da, bakalım belki şiddet uygularım, belki uygulamam!” tavrı vardı. Eleştirmenlerin, köşe yazarların tavrı da o. Muhaliflikten çok iktidarı seven bir entelejensiya var. Muhalif olmak da bunun bir parçası, bir süs. Ben muhalifim diyor ama bayıldığı şey aslında iktidar. Vay ben ne bedeller ödedim, neler çektim diyebilmek için muhalif olan pek çok insan var. Ama eğer muhalifsen, kendi içindeki iktidarla da yüzleşmen, onu da bir şekilde sorgulaman gerek. Kendi içindeki bu ezme ve aşağılama isteği nereden geliyor, onu bir sorgulaman, yola oradan çıkman gerek.

ORANTISIZ LAFI HAFİF KALIYOR

Gezi olaylarını nasıl yorumluyorsunuz?

Tam başlangıcında Türkiye’ye döndüm. Ve tesadüfen Tarlabaşı’ndaki çatışmada kaldım 6 saat. Onun için ilk günden her şeyi gördüm. Hatta insanları uzun süre gördüğüm şeylere inandıramadım. Gerçek mermiden asite, devlet şiddetinin varacağı boyutları 31 Mayıs’ta Tarlabaşı’nda gördüm. Ondan sonraki çatışmalara isteyerek gittim. Hem bir yazar olarak gözlemleme adına, hem de böyle bir direniş hayatımın en büyük şansıydı. Polis şiddeti hayatımın değişmeyen temasıdır ama direnen, ayaklanan bir halkı ilk görüşüm. Tabi bu romantik bakış. Direniş, dayanışma, yardımlaşma. İstanbul halkıyla gurur duydum. Türk bayrağı ile Kürt bayrağı taşıyan insanlar birlikte halay çektiler. Erkekler 20 gün, kadınları taciz etmediler. İnanılmaz bir dayanışma, romantizm vardı. Biz bunu nasıl başardık! Gezi bitti, ertesi gün yine insanlar kabalaştı, küfürler, kornalar, hırsızlıklar, bir günde her şey geri döndü. Tabi eleştirilecek, sorgulanacak yanı da var. Buradan ne doğacak, ne çıkacak! Nasıl bir yere evrilecek. Tabi ki geçici bir dönemdi ama bundan kalıcı olan ne oldu. Bence daha bitmedi de. Fakat, devlet çok yoğun. Orantısız lafı çok hafif kalıyor. Vicdansız mı demeli artık! Devlet çok ağır, çok yoğun bir şiddet uyguladı sivillere. Ben dahil. Ömrümün sonuna kadar taşıyacağım derin deri yanıklarım oldu. Sayıların da hep gerçekten az olduğuna inanırım. Ölü sayısını da buna katıyorum ama ispatlayamam. 6700 yaralı, 6 ölü. Binde bir mi! Türkiye çok büyük ve çok ciddi bir suç işledi. Bu bir savaş suçu mu artık, sivillere karşı işlenen bir suç mu, kimyasal bir suç mu adı nedir bilmiyorum ama sorumluların yargılanması gerektiğine inanıyorum. Bir dönem çok da negatif bakmamıştım AKP'ye. Türkiye'de bazı dönüşümleri sivilleştirme adına, demokratikleşme adına gerçekleştirebileceğine inandım. Ta ki 2006'da terörle mücadele yasasını görene kadar. Ondan beri hiçbir şeylerine inanmıyorum. Neyse ki çabuk uyandım. Bugün bir entelektüel hala AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirdiğini söylüyorsa yalan söylüyordur.

* Bağımsız Dergisi 37. sayısında (Ekim 2013) yayınlanmıştır.