Türk medyasının yok saymayı tercih ettiği Aslı Erdoğan,
yazılarıyla, kitaplarıyla, politik duruşuyla, bize kendi gerçeğimizi
hatırlatıyor. Erdoğan; faşizme karşı omuz omuza olmanın güzelliğini belirtirken
kendi içimizdeki faşistle ne yaptığımızı da soruyor
Söyleşi: Erdem Şimşek
Söyleşi: Erdem Şimşek
Okurken, okurla, sizinle mücadele ettiğini düşündüğünüz bir
yazar Aslı Erdoğan. Bir türlü bağ kuramazsınız karakterleriyle. En derinden, en
güzel sözleri fısıldarlar, sonra sizi yarı yolda bırakırlar. En karanlık, en
soğuk cümleler dökülür birden. Biraz Jean Genet gibidir bu anlamda. Ama aslında
onun karakterleri, bizden daha gerçek oldukları için, kendimizi yapılandırırken
yapay kavramlarla kendimizi bağladığımız için yaşarız bu hissi. Çünkü asıl
mücadelemiz kendimizledir. Varlığıyla yadsınamaz, varlığını kendi
gerçekliğinden koparttığı kelimelerle yazan bir yazarın varlığı kendini çoktan
tanımlamış insanlar için fazlasıyla rahatsız edicidir. Onu yok saymak isteriz
ve bunun için elimizde bir güç varsa bunu kullanırız. Norveç'te 3. “Ord i Grenseland” (Sınırda Kelimeler)
Edebiyat Festivali’nde “Özgürlük Ödülü’
alan Aslı Erdoğan'ın bu ödülü alması, onun bir yazar olarak başarısı olduğu
kadar, bu ülkenin de derinlerinde ne
kadar tehlikeli potansiyeller içerdiğini gösteriyor.
YAZMAK VE MEYDAN OKUMAK
Yazmanın içimizdeki ötekinin hem bize hem dünyaya meydan
okumasıyla başladığını düşünüyorum. Siz nasıl görüyorsunuz yazmak ve meydan
okumak arasındaki ilişkiye? Meydan okuma olmadan yazmanın bir önemi kalır mı?
Çok güzel bir tanım. Yazmak, meydan okumaktır. Elbette
yazmanın tek anlamı bu değil ama çıkış noktalarından biri olarak en doğru
tanım. Kendi yazılarım bağlamında söylersem; mesela Kırımızı Pelerinli
Kent'teki Özgür'ün, yazma eylemi bütün dünyaya, hayata, ölüme, şiddete karşı
bir meydan okumasıdır. “Ö” harfini seçmem de onun içindeki öteki anlamındaydı.
Ö de Özgür'e, gerçeğe meydan okumakta. Sonuçta, hayata meydan okuyuş, ölüme
doğru bir yolculuğa dönüşmekte. Yazı, bu dünyaya, yazara da meydan okumak.
Yazma eylemi buradan doğuyor.
EDEBİYAT SADECE GÖSTERİYE DÖNÜŞMEMELİ
Bir yazar, her zaman başka türlü bir edebiyatın mümkün
olduğuna inanarak mı yaşamalıdır?
Arayış olmasa yazmak sıkıcı ve rutin bir işe dönüşürdü. Her
zaman bilinmeyenleri olduğu için nereye gideceğini, bir sesin kendini nasıl
açığa çıkaracağını bilemediğimiz için de yazmayı sürdürüyoruz. Burada da daha
önce var olan formlara bir meydan okuma var. Elbette bir de işin realitesi var.
Biz de belli bir çağın, belli bir dönemin insanlarıyız. Belli dillerin sınırları
içinde varız. O sınırları zorluyoruz, sınırları fark ettikçe de aşıyoruz. O
sınırları fark etmek bile bir adım, bir meydan okuma. Bende de bir tür
formsuzluk olduğu için ben kendimi ne romancı ne hikayeci ne de şair olarak
tanımlıyorum. Türler arasında gidip geliyorum. Hatta sırf bunu konu alan bir
yazı bile yazdım. Ben daha esinsel bir yazarım. Belli sesler doğuyor ve o sesi
en iyi duyabileceğim yapıyı arıyorum. Bütünüyle o sesi duyabileceğiniz yapıyı
kurmak zorundasınız. İşin zevkli kısımlarından biri de bu. Ama bence ses daha
önce gelir. Ben ustaca bir yapı kurayım, iç içe beş yapı geçireyim, bu mümkün
ama bunun için yola çıkmıyorum. Ben bir fizikçiyim. Çok karmaşık yapılarla
uğraşabilirim. Ama öyle olsa fizikte kalırdım. Edebiyat, sadece bir gösteriye dönüşmemeli.
Yazarın zekası ya da kurgu ustalığı biraz da görünmez olmalı. Bazı kitaplarda
ustaca bir kurgu yapmamak bile bir ustalık işareti olabiliyor. Yalın olmak
gerekiyor. O da sezgiye dayanıyor ve işte yazının sanat kısmı da orada devreye
giriyor.
İNSANIN TEMEL MESELELERİ DEĞİŞMEDİ
Andre Malraux'un “İnsanlık Durumu”nu 20. yüzyılı en iyi
anlatan kitap olarak gördüğünüzü yazmıştınız. İnsanlık Durumu'nun içerdiği
özyıkım ile Kırmızı Pelerinli Kent'teki özyıkım arasında bir bağlantı var mı?
Öncelikle çok da yalın bir roman değildir İnsanlık Durumu.
Onda da çok ustaca kurgular var. İç içe kaç kişinin hikayesi ustaca anlatılır.
Ama evet deneysel bir şey yok. Klasik bir anlatım biçimi. İnsanlık Durumu,
başlığını çok hak eden bir kitap. İnsana dair olan neredeyse her şey var o
kitapta.
İlla ki bir yazarın her kitabında deneysel olması
gerekmiyor. Becerebiliyorsan eyvallah. Edebiyattaki ana akım hikaye anlatımına
döndü. Deneysel hiçbir şey yok. İnsanlık durumları üzerine de bir şey yok. Çok
güzel hikaye anlatıcılarıyla dolu dünya edebiyatı. Çağ romanları, özellikle
farklı, iç içe geçmiş kültürler. Bunu ustaca yapan, o kadar çok yazar var ki.
Çok da iyi kitaplar. İnsanlık Durumu'na dönersek, ben o romanı okuyalı 25-30
yıl oldu. Hala sahne sahne hatırlıyorum. Bu da önemli. Her yazarda olmayan bir
şey. Tolstoy'da var o güç. Tolstoy'u sev veya sevme ama Tolstoy'un da bazı
sahneleri unutulmazdır. Bir kere oku, unutamazsın. Anne Karenina'nın intihara
yürüdüğü sahne, Diriliş'te mahkumların yürüdükleri sahne. Hatta orakla ekin
biçme sahnesi gibi son derece yalın bir eylemi bile ölümsüz kılıyor. Mükemmel
tablolar bunlar. Bence İnsanlık Durumu da böyle. Ölüm, öldürme, ihanet, hepsi
var. Bir şekilde insanın temel meselesinin bin yıllar içinde çok değişmediğini
düşünüyorum. Belki de benim meselelerimle çok örtüştüğü için Andre Malraux.
Ölüme doğru bir yolculuktur o roman da. Daha da öteye giden Andreyev'in “Yedi
Asılmışların Hikayesi” var. Onu en iyi hikayeler içine almam. Edebiyatın
doruklarından çok çukurlarından biridir. Rus Edebiyatı'nda benzeri yoktur o
hikayenin. Yazdıktan sonra da intihar etmiştir. Yedi idam mahkumunun son
gecesini anlatır. Edebiyatın gidebildiği en uç noktalardan biridir. 7 kez seni
alır, idama götürür, yedincisinde bitirir. Yazara yalvarıyordum, dur artık
gitme diye. Artık burada duracak dedim, durmadı. İkişer ikişer asılmaya
götürürler. Son bir kadın kalır, tek asılmaya gönüllü. O kadın idama yürürken
bitirir. Nasıl yazmış bu adam bu hikayeyi! Yıllarca idam mahkumlarıyla
röportajlar yapmış. Yazdıktan sonra da intihar etmiş.
SU DAMLASI VE İZ
Ölüme giderken yazıyorsak varız diyebilmek için mi?
Kırımız Pelerinli Kent bağlamında anlatayım. Niye hep bu
kitaba gidiyorum, çünkü benim yazınsal çabamın özeti gibi. Evet orada yazı tam
o anlamda oluyor. Özgür’ün arkasına dönüp baktığı ve ölümlü olduğunu
gördüğü an. Orpheus yani Özgür, döndü
baktı ve sıfır noktasını yazdı. Yazmak hem geriye bakmanın hem de görmenin bir
yöntemi. Ne gördü; ölümünü gördü. Sokakta ölmüş kadında kendi cesedini gördü.
Orada da der açık açık, insanın önüne çıkan bütün cesetler onun en zayıf
yerinden vurur; kendi içindeki cesetten. Yazının doğduğu an; tam da o an.
Kendisinin ölümlü olduğunu gördüğü ama kendi içinde sonsuzluğu da yakaladığı
an. Bu ikisi birbiriyle çelişkili gibi duruyor
ama tam yan yana durabilen şeyler. Sonsuzluğa duyulan bir tür tutku; aşk! İlla
ki kalıcı olma çabası değil. Su damlası
da kalıcı değildir. Özgür’ün kendi hikayesine kavuştuğu an, aynı zamanda öldüğü
ve sokaklara karıştığı andır. Bir su damlası gibi. O aşık olduğu, hayatın
kendisi olan şehirle birleşti. Bütün içinde eridi dağıldı. Bir hiç oldu. Bunu
kabul edebildiği an Özgür oldu. Her anlamda. Ama bir iz kalıyor bir yerde.
Damladan da, Özgür’den de. Bu bakımda Kırkızı Pelerinli Kent, çok acımasız da bir
kitaptır. Özgür’den geriye kalan ne? Kimsenin okumadığı bir kitap. Sokaklarda
büyük olasılıkla polisin bulup çöpe atacağı ya da ailesine gidecek bir defter
kaldı kızdan geriye. Ama o defter her şeydi. Bütün meydan okuması, bütün
yanıtı, bütün soruları o defterdi. Çok
mu önemliydi bu kitap yayınlansa ve Özgür, dünya çapında bir yazar olsa. O
kurşunu yedikten önce ya da sonra fark etmeyecekti. Kala kala o damla kaldı.
Ama o damlayı Özgür, kendi keşfetti, kendi buldu. Çok romantik temalar ama
hayata bizim koyduğumuzdan daha fazla bir anlamı yok hayatın.
NE EDEBİYATÇILIĞIM NE FİZİKÇİLİĞİM
Medyada çok fazla yer bulamamanıza gelelim. Medya kimi
görmez? Kimi görmek istemez?
Türkiye’de medya eleştirisi bir bakıma çok kolay. Çünkü kör
gözün parmağına dercesine eleştirilecek yanları var. Bir bakıma da daha grifit
bir iş. Çünkü çok iyi çabalar oluyor. Çok iyi gazeteciler giriyor bu işin
içine. Ama niye bir şey yok? Niye giderek kötülüyor medya? Eskiden
eleştirdiğimiz medya kurumları bile, şimdikilerin yanında eleştirel kaldı.
Medyanın beni görmemesi beni birkaç yıl önce çok rahatsız edecek bir şeyken
artık etmiyor. Hakikaten görülmek de istemediğim bir medya var şimdi. Tabii ki
normalde isterim. Okurun karşısında her zaman boynum kıldan ince. Madem ki
yazarım, böyle çıktım yola, kitaplarımı yayınlıyorum, okurlara ulaşmak için her
mecrada bulunurum ama benim de çözemediğim, hissedilir bir ambargo var
üzerimde. Özer Çiller’in higgs parçacığı üzerine yazdığı kitap sürmanşete
çekiliyor. Ben higgs üzerine Türkiye’de ilk yazmış kişiyim. Ntv’de 2 yıl içinde
higgs bulunacak dedim ve 2 yıl içinde bulundu. Hani bari buradan çağırsınlar.
Nereden bildin! Özer Çiller, higgs üzerine laf ediyor, sayfalar ayrılıyor, ben
de bu konunun tezini yazmışım. Ne edebiyatçılığım, ne fizikçiliğim! Politikayı
hiç konuşturmuyorlar. Bu son aldığım ödül, önemli bir ödül. Kadınların oy
hakkının yüzüncü yılı için verilmiş olması bile çok önemli. Uluslararası bir
ödül, Türkiyeli bir yazara veriliyor. Normalde basındaki milliyetçi damar,
böyle şeylere bayılır. Benle de biraz böbürlenin o zaman. İşte Kafka ile
kıyaslanmışım. Mark serisindeki tek türküm. Soft Skull adlı Amerika’nın en iyi
bağımsız yayınevinin o yıl bastığı iki kitaptan biri benim. Hiç! Bunlar, haber
bile olmuyor iki satır.
İÇİM HALA ACIYOR
Yabancı basının bu noktada bir düşüncesi var mı Türk
basınına dair?
Var tabii. Bu son verilen ödül tam da bununla ilgili.
Koşullarından biri oydu. Kendi ülkesinde dışlanıp, dünyada tanınan! Newal El Saddami ve Slaven Kuturovic diğer
adaylardı. Benden de kötü durumda olanlar varmış. Slaven Kuturovic, Doğu
Avrupa’nın Simon de Beauvoir’ı diye adlandırılan bir kadın. Sırf savaşa karşı
çıktı diye Hırvatça kitap yayınlayamıyormuş uzun süredir. Ben en azından
Türkiye’de kitaplarımı yayınlayabiliyorum. Özellikle de bir kadın yazar
olduğunuzda, bu boyutlara varabiliyor dışlama. Bu konuda da beni İskandinavlar
eğitti. “Yok Aslı, böyle değil. Bir kadın yazarla erkek yazar olmak aynı değil.
Sen bir kadın yazarsın, başına gelenler kadın olduğun için de geliyor. Sırf
muhalif olduğun için değil.” Bir erkek, muhalif olup bunları rahatça
kahramanlık hanesine ekleyebilirdi. Benim de yutmamın zor olduğu cümlelerdi.
Bakmayın, ben de kadın yazar tanımlamasına çok bayılarak atlamış değilim. Kim
atlar ki! Hepimiz Aslı Erdoğan, Orhan Pamuk, ismimiz ne ise o olmak isteriz.
İlk Almanya’da çıktı bu soru. Bir eleştirmen, bir yazıda kendi ülkesinde
ahlaksız ilan edilen yazar dedi. Şok geçirdim. Neredeyse ağladım seyircileri
önünde. 2003’te hakkımda çıkan kitabın ve o kampanyanın bilindiğini, dünyada
duyulduğunu bilmiyordum. Şimdi tabii internet dönemindeyiz. En son Norveç’te
bir masada söylediler. Bütün çabama rağmen kontrolüm dışında gelişen olaylar.
Hakikaten ben ortaya çıkmadım, bana neler neler yapıyorlar Türkiye’de diye. Hiç
oynamak istediğim bir rol değil. Çünkü gerçekten içim hala acıyor. Avrupa’da
çıkan yazıları oryantalist bakış açısıyla yüceltmiyorum. Ama bunların
olabildiğince objektif olduğuna eminim çünkü hiçbirini tanımıyorum. Beni
yazmaktan hiçbir çıkarları yok. Onlar beni tanımadılar, hiç görmediler.
Kitabımı okuyorlar ve benimle ilgili de değil, kitaplarımla ilgili cümleler
kuruyorlar. Bu da bana iyi geliyor. Çünkü bir yazar olarak eninde sonunda
kitabınla ilgili cümleler duymaya da muhtaçsın. Yoksa ciddi bir megalomaniye
saplanırsın. Türkiye’de de önemserim. Türkiye’de niye bu kadar bilendim.
Kişisel tanışların her şeyin önüne geçtiğini defalarca gördüğüm için. Herkes
için demiyorum bunu ama pek çoğu için kişisel tanışıklıklar ve derinlerden
işleyen erkek egemen bakış açısı her şeyin önüne geçiyor.
İKİ AĞIR YÜK: MİLLİYETÇİLİK VE CİNSİYETÇİLİK
Bu dışlanma sizi biraz da dünya vatandaşlığına itti
diyebilir miyiz? Tüm yaşadıklarınızdan sonra şimdi nasıl bakıyorsunuz Türk
soluna?
Cinsiyetçilik ya da milliyetçilik Türk icadı değil. Dünyanın
her yerinde var. Özellikle Avusturya’da yaşadığım o çok tatsız deneyim, zaten
bir Avupa icadı olan ırkçılığı bugünün Avrupası’nın orta yerinde en ağır
haliyle yaşayabileceğimi gösterdi. Ama Türkiye’de entelektüeli ya da sol
çevreleri şu bakımdan eleştirebilirim. Bu iki ağır yük; milliyetçilik ve
cinsiyetçilik ile yüzleşme konusunda çok fazla adım atamamışlar. Bunu atmadan
da ne eşitlik ne özgürlük mücadelesi olur. Sol adına konuşacaksak, eşitlik ve
özgürlük için konuşuyor olmamız lazım. O zaman hem milliyetçi hem cinsiyetçi
olup, bir de hem eşitlik hem özgürlük diyemeyiz. O ‘bana eşitlik, bana
özgürlük’ demek. Faşizme karşı omuz omuza çok güzel, çok anlamlı bir slogan ama
sen kendi içindeki faşisti ne yapıyorsun? Önce ona bakalım. Onunla yüzleştin
mi? Sırf erkekler için demiyorum. Kadınlarda da var o faşist ama erkek egemen
yapının yerleştirdiği bir faşist. Kürt meselesi denince gözleri dönen pek çok
solcu var. E sen nerde solcusun, nerede evrenselsin? Bir örnek verirsem;
“TOMA’mızı yaktılar” diye bir manşet gördüm. Bahsedilen TOMA Diyarbakır’da
yanlış hatırlamıyorsam. Buradaki TOMA devletin, ki o bizi dövüyor; o TOMA bizim
mi? Devletle özdeşleşen dil. Bizim TOMA’mız, bizim polisimiz, bizim askerimizi
şehit ettiler! Bu sözler bir solcudan geldi mi ne oluyoruz diyor insan içinden.
Niye devletle bu kadar özdeşleşen bir solumuz var? Hatta niye bu kadar iktidarı
seviyoruz. Hakim Kürt’e karşı ayrımcılık
yaparken, eleştirmen de kadına karşı yapıyor. Aynı yapı, aynı iktidar sevgisi,
yükselme ve her şeyi kontrol etme isteği. Onun için belki AKP ile çok iyi
anlaştılar. İktidarı, devletin şiddetini sorgulamak değil, “o mekanizmaların
başında ben olayım da, bakalım belki şiddet uygularım, belki uygulamam!” tavrı
vardı. Eleştirmenlerin, köşe yazarların tavrı da o. Muhaliflikten çok iktidarı
seven bir entelejensiya var. Muhalif olmak da bunun bir parçası, bir süs. Ben
muhalifim diyor ama bayıldığı şey aslında iktidar. Vay ben ne bedeller ödedim,
neler çektim diyebilmek için muhalif olan pek çok insan var. Ama eğer
muhalifsen, kendi içindeki iktidarla da yüzleşmen, onu da bir şekilde
sorgulaman gerek. Kendi içindeki bu ezme ve aşağılama isteği nereden geliyor,
onu bir sorgulaman, yola oradan çıkman gerek.
ORANTISIZ LAFI HAFİF KALIYOR
Gezi olaylarını nasıl yorumluyorsunuz?
Tam başlangıcında Türkiye’ye döndüm. Ve tesadüfen
Tarlabaşı’ndaki çatışmada kaldım 6 saat. Onun için ilk günden her şeyi gördüm.
Hatta insanları uzun süre gördüğüm şeylere inandıramadım. Gerçek mermiden
asite, devlet şiddetinin varacağı boyutları 31 Mayıs’ta Tarlabaşı’nda gördüm.
Ondan sonraki çatışmalara isteyerek gittim. Hem bir yazar olarak gözlemleme
adına, hem de böyle bir direniş hayatımın en büyük şansıydı. Polis şiddeti
hayatımın değişmeyen temasıdır ama direnen, ayaklanan bir halkı ilk görüşüm.
Tabi bu romantik bakış. Direniş, dayanışma, yardımlaşma. İstanbul halkıyla
gurur duydum. Türk bayrağı ile Kürt bayrağı taşıyan insanlar birlikte halay
çektiler. Erkekler 20 gün, kadınları taciz etmediler. İnanılmaz bir dayanışma,
romantizm vardı. Biz bunu nasıl başardık! Gezi bitti, ertesi gün yine insanlar
kabalaştı, küfürler, kornalar, hırsızlıklar, bir günde her şey geri döndü. Tabi
eleştirilecek, sorgulanacak yanı da var. Buradan ne doğacak, ne çıkacak! Nasıl
bir yere evrilecek. Tabi ki geçici bir dönemdi ama bundan kalıcı olan ne oldu.
Bence daha bitmedi de. Fakat, devlet çok yoğun. Orantısız lafı çok hafif
kalıyor. Vicdansız mı demeli artık! Devlet çok ağır, çok yoğun bir şiddet
uyguladı sivillere. Ben dahil. Ömrümün sonuna kadar taşıyacağım derin deri
yanıklarım oldu. Sayıların da hep gerçekten az olduğuna inanırım. Ölü sayısını
da buna katıyorum ama ispatlayamam. 6700 yaralı, 6 ölü. Binde bir mi! Türkiye
çok büyük ve çok ciddi bir suç işledi. Bu bir savaş suçu mu artık, sivillere karşı
işlenen bir suç mu, kimyasal bir suç mu adı nedir bilmiyorum ama sorumluların
yargılanması gerektiğine inanıyorum. Bir dönem çok da negatif bakmamıştım
AKP'ye. Türkiye'de bazı dönüşümleri sivilleştirme adına, demokratikleşme adına
gerçekleştirebileceğine inandım. Ta ki 2006'da terörle mücadele yasasını görene
kadar. Ondan beri hiçbir şeylerine inanmıyorum. Neyse ki çabuk uyandım. Bugün
bir entelektüel hala AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirdiğini söylüyorsa yalan
söylüyordur.
* Bağımsız Dergisi 37. sayısında (Ekim 2013) yayınlanmıştır.
* Bağımsız Dergisi 37. sayısında (Ekim 2013) yayınlanmıştır.