14 Haziran 2017 Çarşamba

Hikayenin aslı için yeni bir dil gerek






Kötülüğü inşa eden yasanın hikayelerle aktarıldığına dikkat çeken Deniz Gezgin, ezberleri kırmak için edebiyatta ve yaşamın her alanında yeni bir dil ve anlatının gerektiğini söylüyor

Söyleşi: Erdem Şimşek

Sel Yayıncılık'tan çıkan "Hayvan Mitosları", "Su Mitosları", "Bitki Mitosları" kitaplarının yanı sıra Ahraz isimli bir de romanı bulunan Deniz Gezgin'le edebiyat ve mitolojinin sınırlarında dolanan bir söyleşi yaptık. Bugün konuştuğumuz dilin iletişimi kurarken, aynı zamanda kopardığını da belirten Gezgin, "Kuşların dilini nasıl ve nerede unuttuk, kafes yapan ellerimize baksak göreceğiz belki de" diyerekl bizi kurarken koparan varlığımızla yüzleşmeye çağırıyor.

Mitler üzerinden edebiyat yaparken, bir hikayeyi farklı bir kostümle yeniden anlatmakla sınırlı kalmamak için nelere dikkat etmek gerekir?

“Mitler üzerinden edebiyat yapmak”, öncelikle bunun mümkünlüğünden kuşkuluyum, bana kalırsa mitleri başka bir dille anlatmakla yaratıcılılık başka başka şeyler. Mitosları iyi bir kalemden okumak elbette  güzeldir ancak mitos anlatmak üzere yola çıkan bir metin öyle ya da böyle tekrardan öteye gitmez. Buna karşın mitoslar hayatın dışında değillerdir, toplumsal yaşamın içinde hemen her yerdedirler, kapıdan kovsak bacadan girerler.. Asıl soru belki de şu olmalı: Yazar neyi yazar? Bir hikaye soluk alarak ve iz sürerek yazarını mı bulur yoksa yazar mı onu?  Bu çok tartışılmış, düşünülmüş ve hâlâ kafa yorulan bir büyük sorudur aslında. Yazarın yazdığı kendi düşüncesiyle açığa çıkardığı mıdır yoksa “canlı” olan hikâye kendisini açığa çıkaracak yazarı mı bulur? Sanıyorum mitler yani toplumun bilinçdışı hikâyeleri de bu soruyla ilişkileniyor ve bir çırpıda cevap vermek mümkün görünmüyor…

YASA KÖTÜLÜĞÜ İNŞA EDER

İyiliği, kötülüğü bir tanım olarak anlatmakla, bir hikaye içerisinde anlatmak arasındaki fark nedir?  Mitoloji kötülüğün mü altını daha çok doldurur, iyiliğin mi?

İyilik ve kötülük keskin ayrımları olan, kenarlı köşeli kavramlar olmayınca bir tanıma sığdırmak da zor. Hikâyelerde karşılaştığımız iyi ve kötü hayatın içinden, adeta kanlı canlı kavranabiliyor ve  soyutluğunu koruyarak mana buluyor. Ayrıca okurun hikayelerle teması çok daha kolay ve kalıcı. Mitolojinin bu her iki kavrama da yaklaşımı toplumunkinden farklı değil. Mitoslar toplumsal hikayeler olduğundan iyi ve kötüye dair aktardıkları da toplumsal inancın, değerlerin tekrarını oluşturuyor. “Yasa”nın aktarımı da bu sayede gerçekleşiyor yani iyi ve kötü olduğu gibi değil, oldurulduğu haliyle hikayelerde yaşamayı sürdüyor. “Yasa” ‘güvenlik’ oluşturmak için vardır, ‘kötülüğe’ engel olmak için onun altını kalın çizgilerle çizer. Daha doğru söylersek kötülüğü inşa eder. Cehennem hikayeleri daima cennet hikayelerinden daha çok olmuştur. İşte tam da bu yüzden edebiyatta ve hayatın her alanında yeni bir dil ve anlatının varlığı çok mühim. Bu tekrarı bozmak mitleri yeniden yeniden anlatarak değil, içini dışına çevirerek mümkün olabilir. Edebiyat bunun için kıymetli, hikâyenin aslının öyle olmadığını, ezberin dışında başka bir hayatın varlığını gösterebileceği için.

DOĞANIN DİLİNİ UNUTAN İNSAN

Doğa, bizimle bizim dilimizde bir iletişim kurmadığı için mi insan onu kendi dili sınırlarında tanımlamaya çalışır? Görünümlerin dilinde başka anlamlara bürünebilir mi hikayeler?

İnsan da doğanın bir parçası ve başlangıçta dilimiz birdi. Demek ki bizimle bizim dilimizle iletişim kurmayan doğa değil, doğanın dilini unutup yapay bir dille araya duvar çeken insan. Görünümlerin dili dediğiniz bana göre sonsuz başka anlama bürünebilir ve belki de insan daha da insan olmaya kalkıştığından bu yana anlamdan uzaklaşır oldu. Mitlerin dili resim dilidir, ilk mağara resimleri insanın ürettiği ilk mitoslardır; doğanın içinde onu tanımlama, anlamlandırma çabasıdır, bir o kadar da hikâye kurma ve aktarma. Dilimizin döndüğünce düşünmek… bugün konuştuğumuz dil iletişim kurarken iletişimi koparıyor da, toprakla, suyla, bu dilin dışında konuşan diğer her şeyle, doğanın bütünüyle… Kuşların dilini nasıl ve nerede unuttuk, kafes yapan ellerimize baksak göreceğiz belki de.
Burada görünümlerin dilinden kastım öncelikle mağara resimleri gibi başka anlatım araçları. O da semboller üzerinden bir anlatım olsa da farklı bir şeydir. Bir de doğanın kendi görünümleri; suyun, taşın, ağacın görünümleri, söyledikleri var. Tanıma, kavrama kattıkça kaybettiğimiz alanlar. Biraz havada bir soru ama size çağrıştırdıklarıyla cevaplayabilirsiniz.

FECİ BİR HAFIZA KAYBI

İnsanın hayvandan üstünlüğü söylemi, insanın yıkımını anlatan en trajik mitin başlangıç noktası olabilir mi?

Bunun adına uygarlık dersek evet; bu öyle bir inşa ki büyük bir yıkımla sonuçlanıyor. Avcı toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik yaşama geçiş, evlerin inşası, köylerin kurulması ve duvarların örülmesi… insanın cennetten kovulması yani, geri dönüşsüz bir milat. Sınır çekerek, doğayı dışarıda bırakarak insan kendini de cennetten mahrum etmiş oldu. Sonrasında her şey geri dönmek için, bu feci bir hafıza kaybı. Kendini biricik, diğer tüm canlıları da hizmetinde gören bir mahluk geri dönüş yolunu çoktan kaybetmiş.
   
MİTOSLAR TOPLUMUN RÜYALARIDIR

Toplumların özgürlüğe sunduğu alan ile ürettikleri mitler arasında bir bağlantı var mıdır? Mitin içinde oluştuğu toplumla ilişkisi nedir?

Mitoslar, toplumun rüyalarıdır; toplumsal bilinçdışının hikâyeleşmiş hali ve kutsal yasanın aktarıcısıdırlar. Geleneğin ve birlikte yaşam kurallarının şekillenmesinde, korunmasında önemli rolleri vardır. Mit dediğimiz şey dinsel hikayelerden meydana gelir. Hal böyleyken toplumun özgürlük alanıyla mitlerinki arasında bir fark olması mümkün mü? Mitoslar tam da bunun için var zaten. Mitlerin izinden giderek özgürlük değil güvenlik sağlanabilir ancak mitlerin deşifre edilmesi, anlamlandırılmasıyla bu tekrarın nasıl aşılacağının yolu bulunabilir. Bir miti olduğu gibi anlatmak, kabullenmek bir şeyi değiştirmez oysa mitin diline bakıp üzerine düşünmek örneğin neye kara diyoruz ve karaya ne atfediyoruz, bunun kaynağı neye dayanıyor, yılandan niye korkuyoruz, ya baykuşun uğursuzluğu… bugün cinsiyet rolleri, namus, yasak ve günah gibi kavramların hepsinin kökeni mitsel hikayelerde saklı. Bunları değiştirmek ve toplumu daha iyi anlamak istiyorsak mitlerden başlamaktan öte bir yol görünmüyor.  

Örneğin mit, gerçekte olan bir olayı sembolik anlatımda değiştirerek bazen de bir şeyi gizler mi? Ya da tam tersi baskının olduğu yerde mit, anlatımı ile çaktırmadan baskıyı kıran da bir araç olabilir mi?

HİKAYEDEN SAYIP ES GEÇMEMELİ

Mitolojiye dair öğreneceklerini öğrendi mi insanlık? Oraya yeterince baktı mı? Yoksa orada daha öğreneceğimiz ve daha açığa çıkacak çok şey saklı mı hala?

Mitoloji hep sevildi ve çoğaltıldı ancak bu yeterince anlaşıldığı anlamına gelmiyor. Mitleri tekrar etmek, onları fantastik ve eğlenceli hikayeler olarak kavrayıp es geçmek hata olacaktır. Başlangıçtan bugüne kültürü şekillendiren her şey mitoslarda yer alır ve asla göründükleri kadar basit değillerdir. Mağara resimlerinden kutsal metinlere, deyimlerden, ninnilere hatta halımızdaki resimlere kadar hayatın her yerine nüfuz etmiş bir şeyden söz ediyoruz. 

YAZAR NEYİ DUYUYORSA...

Bir metni ne organik yapar? Damarlarında, satır aralarında dört element bulunmayan, olay örgüsünde takılmış yapıtlar aklı ve kavramsalı beslerken, sezgiyi, hissi beslemesi için o yapıta ne gerekir?

Bu konuda ahkam kesemem, “şu gerekir”, “yanıtı budur” da diyemem. Bir yazar ve okur olarak sanıyorum ki bir metin nasıl yazılıyorsa okura da öyle geçiyor. Yazar neyi nasıl duyuyorsa metinde de o kadarı oluyor ve hep düşündüğüm bir şey var ki insanı derinden sarsan metinleri yazan bunu nasıl yaptığını bilmeyendir.

* Söyleşi 22 Temmuz 2012 tarihinde Yurt Gazetesi'nde yayınlanmıştır. Gazetede kısaltılarak yayınlanan söyleşi, burada tam haliyle sunulmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder